S. Can Akçınar*
Sistem denilince akla çoğunlukla eğitim, iletişim ve ulaşım gibi insan yapımı olanlar geliyor. Aslında sistemler her yerdeler. Birbirleri ile bağlantılı parçalardan oluşan ve uyumlu bir biçimde çalışarak belirli işlevleri yerine getiren her şeye sistem demek mümkün. Antik Yunanca hane anlamındaki oikos’dan gelen ‘eko’ tüm canlıların evi olan dünyamızın da bir sistemi olduğunu anlatır. Sistemin tüm parçaları uyum içinde birbirlerinin ve işleyişin devamını sağlamak amacıyla çalışıyor. Bakteriler, virüsler, bitkiler, hayvanlar gibi canlılar ve onların yaşam alanları bu sistemin parçaları. İnsan dahil tüm parçaların birbirine muhtaç olduğu bu sisteme, ekosistem diyoruz.
Tüm canlılar ekosistemle çeşitli düzeylerde etkileşim içinde olmakla beraber, insanın ekosistemle etkileşimi zaman içerisinde şiddeti git gide artan bir tahribat ve sömürü şekline dönüşmüş. Buzul Çağı’nın son dönemlerinde göçebe ve avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanlar, kıta ve adalara yayılarak, bu karasal ortamlardaki özellikle büyük memeli, sürüngen ve kuşların nesillerinin tükenmesine yol açmışlar. Buzul Çağı’nın sona ermesinden sonra, iklimin daha ılıman ve istikrarlı hale gelmesiyle, çeşitli bitki ve hayvanlar insanlar tarafından evcilleştirilmeye başlanmış ve bu sayede avcı-toplayıcılıktan tarımsal yerleşik yaşam tarzına geçilmiş. Günümüzden 11 bin 650 yıl önce başlayan ve Holosen olarak bilinen bu yeni çağ bazı araştırmacılar tarafından Antroposenin de başlangıcı olarak kabul ediliyor. Bunun en önemli sebebi insanların bu dönemlerden itibaren çevresini, ekosistemleri ve dolayısıyla biyoçeşitliliği belirgin şekilde etkilemeye başlaması.
Bir jeolojik çağa Antroposen (insan çağı) isminin verilmesine sebep olan bu etkiler, zaman içinde dünyanın çeşitli dengelerini değiştirerek ekosistemin iki temel unsuru olan habitatlar ile canlı çeşitliliğinde bozulmalara ve yeni bir yok oluş dalgasına yol açtı. Aslında buna birçok etken sebep olmakla birlikte, tüketimle doğrudan ilişkili olduğu için nüfus artışının yadsınamaz bir önemi olduğu görülüyor. İnsan nüfusu, MS 1600’lere kadar yaklaşık 200 milyondan 600 milyona, 1800’lerden 1950’lere kadar 1 milyardan 2,5 milyara ulaştı ve 1950’den sonra katlanarak günümüzde 8 milyar seviyesine geldi. Bu süreçte, alet kullanımı, mobilite, iletişim gibi imkânların gelişmesinin yanı sıra, psiko-sosyal davranışların tüketim odaklı ideolojileri körüklemesiyle ihtiyaçlar ve tüketim artarken, bu durum ekosistemi oluşturan neredeyse tüm unsurların git gide daha fazla sömürülmesine yol açtı.
Karasal ortamda yaklaşık 12 bin yıllık bir süreye yayılmış olan bu süreç, denizel ekosistemlerde de benzer sırada gerçekleşmiş, ancak bu ortamdaki değişimlerin büyük kısmı son yüzyıl içinde meydana gelmiştir. Bu kadar kısa sürede oluşan değişimlerin etkileri de maalesef çok daha çarpıcı, karmaşık ve yıkıcı. Bu etkilerden bazıları tek başına geniş çaplı tahribatlara yol açabilse de genellikle çoklu olarak birbirlerinin etkisini artırıp daha yıkıcı ve temel sorunlara sebep olurlar.
OKYANUS EKONOMİSİ
Okyanuslara, besin, ekonomi, kıyısal ve kültürel yönlerden bağımlı durumdayız. Bunun ekonomik kısmı günümüz dünyasında “Okyanus Ekonomisi” veya “Mavi Ekonomi” olarak adlandırılıyor. İsmi kulağa çok hoş gelse de bu ekonominin hacmi dudak uçuklatan cinsten. Virdin ve meslektaşlarının 2021 yılındaki çalışmasına göre, 2018’de bu ekonomi 1,9 trilyon dolar değerinde bir hacme sahip ve yüzde 80’ine yakını üç temel okyanus endüstrisi olan, açık deniz petrol ve gaz (yüzde 45), deniz ekipmanı ve yapıları (yüzde 19) ile deniz ürünleri (yüzde 15) tarafından sağlanıyor. Sekiz temel alanda getiri sağlayan okyanus endüstrisinde faaliyet gösteren en büyük 10 şirket, her endüstrinin toplam gelirinin yaklaşık yüzde 45’ini elde ediyor. Ekonomik boyutun büyüklüğü ve tekelleşme, okyanusların korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanmasını da zorlaştırıyor.
Okyanuslarda şimdiye kadar yaklaşık 240 bin tür tespit edilmiş olmakla beraber, keşfedilmeyi bekleyen daha yüzbinlerce tür olduğu tahmin ediliyor. Bilim insanlarını, sivil toplum kuruluşlarını ve hükümetleri bir araya getiren bir kuruluş olan Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) 2018’de bu türlerden 13 bin kadarını değerlendirmiş durumda. IUCN’e göre omurgalı ve omurgasız bin 125 deniz canlısının yüzde 37.2’sinin habitat kaybı, yüzde 23.7’sinin doğrudan avcılık, yüzde 14.6’sının kirlilik, yüzde 13.8’inin küresel ısınma ve yüzde 10.5’inin nesli, istilacı türler gibi antropojenik etkiler sebebiyle tehlike altına girmiş. En büyük soruna yol açan habitat kaybı, çoğunlukla yapılaşma, iklim değişikliği ve küresel ısınma, kirlilik, aşırı avcılık gibi nedenlerin tekli veya birleşik etkileri sebebiyle meydana gelmiş.
AVCILIK
Tüm zamanlar boyunca insan etkileşiminden ilk etkilenen canlılar çoğunlukla büyük memeliler olmuştur. Karasal büyük memelilerin bir kısmı insanların avcı-toplayıcı zamanlarından itibaren avlanmış ve bazılarının nesli tükenmiştir. Büyük deniz memelilerinden özellikle balina, yunus ve fokların en az 8 bin yıldır avlandığı bilinmekle birlikte, daha kolay avlanan bazı türlerin popülasyonlarını etkileyebilecek miktarlara 1950’li yıllardan itibaren ulaşıldı. Kanada, Amerika (Alaska), Norveç, Danimarka (Faroe Adaları ve Grönland), İsveç, Finlandiya, Namibya, Japonya, Avustralya, İzlanda, Endonezya ve Rusya yerel ve ticari balina ve fok avcılığında başı çekiyordu. Bu türleri korumak için 1950’lerden itibaren ülkeleri bağlayıcı uluslararası anlaşmalar yapılmış ve komisyonlar kurulmuş olsa da bu avcı ülkelerin büyük çoğunluğu balina ve/veya fok avcılığına çeşitli düzeylerde halen devam etmektedir.
Günümüzde, başta aşırı avcılık, habitat kaybı, kirlilik, iklim değişikliği ve daha birçok nedenle, mevcut 92 tür balina ve yunusun 24’ü (yüzde 26), 36 tür fok/deniz aslanı/mors türünden 10’unun (yüzde 28) nesli tehlike altındadır. 1768’te bir deniz ineğinin (Hydrodamalis gigas), 1950’lerin başında ise bir fokun (Monachus tropicalis) ve bir deniz aslanının (Zalophus japonicus) nesilleri tükenmiştir.
İnsanın denizler üzerindeki etkileri büyük deniz memelilerinin doğrudan avcılığı ile sınırlı kalmadı. Sanayi öncesindeki imkanlarla bile kolay avlanan türlerden bazılarının, o devirlerde yok olduğu biliniyor. Gemiler yelkenliyken küçük olan balıkçı ağları, 2’nci Dünya Savaşı sonrası güçlü motorlara sahip daha büyük gemilere geçilmesiyle beraber gitgide büyüdü ve balıkçı ağlarının yapısı ile üretimindeki teknolojik gelişmeler sayesinde de daha ulaşılabilir hale geldi. Buna ek olarak, 1950’lerden itibaren kullanılmaya başlanan küresel konumlandırma sistemleri (GPS) ve balık bulucular gibi teknolojik yenilikler balıkçıların canlıların yerini bulmasını kolaylaştırdı. Bu durum en iyi avlanma yerlerine sürekli erişim sağladı. Aynı tarihlerde ülkelerin avcılık kapasitelerinin artırmasıyla başlayan aşırı avcılık sorunu, denizlerin günümüzde karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden biri haline geldi. Kanada’nın doğusundaki Newfoundland kıyılarındaki morina balığının bolluğu, 1000’li yıllardan itibaren sırasıyla Vikingler, Basklar ve İngilizlerin bölgeye ilgi göstermesinin temel sebebi oldu ve 20’inci yüzyılın sonuna kadar da bölgenin ekonomik bel kemiği pozisyonunu korudu. Kanada Balıkçılık ve Okyanus Bakanlığı, 1992 yılında Newfoundland’de morina stoklarında belirlenen çöküş sebebiyle balıkçılığın durdurulabileceğini duyurdu. Bu duyuru, dünya balıkçılığının karşı karşıya kaldığı aşırı avcılık krizinin çarpıcı simgelerinden biri olarak kabul edilir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) güncel verilerine göre, ana balıkçılık alanlarındaki stokların büyük bir kısmı biyolojik olarak sürdürülemez hale geldi.
Aşırı avcılık sebebiyle, önce yüksek talep gören büyük balıkların popülasyonlarında çöküşler meydana geldi. Bu stoklar tükendikçe balıkçılar talebi karşılayabilmek için gitgide daha küçük balıkları avlamaya başladı ve böylece doğrudan veya dolaylı olarak besin ağının alt katmanlarındaki daha küçük organizmalar da etkilendi. Örneğin, mercan resiflerinin üzerindeki alglerle beslenerek temiz ve sağlıklı olmalarını sağlayan otçul balıkların bilinçli veya hedef dışı olarak yakalanmaları, bu habitatlardaki hassas dengelerin bozulmasına sebep olabiliyor. FAO’nun 2020 verilerine göre, 1990’dan 2018’e kadar balıkçılık üretimi yüzde 14, yetiştiricilik yüzde 527 ve balık tüketimi yüzde 122 arttı. 1990’da yüzde 90’ı biyolojik olarak sürdürülebilir seviyelerde olan balık stokları, 2017’de yüzde 65.8’e geriledi. Etkili balıkçılık yönetimi ve yetiştiriciliğin sürdürülebilir gelişimi ile ilgili ulusal ve uluslararası düzeyde birçok adım atılmış olmakla beraber, deniz ürünleri tüketiminin her yıl yüzde 3.2 arttığı göz önünde bulundurulduğunda, aşırı avcılığın ve yetiştiriciliğin artışı sürecek gibi görünüyor.
Aşırı avcılık beraberinde habitat tahribatı ve hedef dışı av gibi sorunları da getirdi. Devasa ağların deniz tabanında sürüklenmesi ile yapılan trol avcılığı gibi teknikler, önüne gelen her türlü deniz canlısının yanı sıra deniz kaplumbağası, yunus, köpek balığı ve omurgasızlar gibi üst düzey avcıları ve nesli tehlike altındaki canlıları da hedef dışı olarak avlıyor. 1988 ile 1990 yılları arasında avlanan deniz ürünlerinin ortalama yüzde 20’si (20 milyon ton) hedef dışıyken, 2010 ile 2014 yılları için bu oranın yüzde 11 seviyelerine (9.1 milyon ton) düştüğü tahmin ediliyor. Bu düşüşün av araçlarının seçiciliğinin artması gibi olumlu sebeplerden çok, eskiden tüketilmeyen türlerin pazarlanması, ekonomik nedenlerle balıkçılık faaliyetlerinin kârlılığını yitirmesi ve türlerin bolluklarının azalması gibi olumsuz sebeplerle gerçekleştiği düşünülüyor.
YETİŞTİRİCİLİK
Duarte ve meslektaşları 2007 yılında Science dergisinde yayınladıkları makalede, günümüzde besleme ve beslenme amacıyla yetiştiriciliği yapılan karasal bitki ve hayvan türlerinin yaklaşık yüzde 90’ının 2 bin yıl öncesine kadar, yüzde 3’ünün ise Endüstri Devrimi’nden sonra evcilleştirildiğini tahmin ettiler. Karasal türlerin tersine, günümüzde yetiştiriciliği yapılan sucul türlerin yüzde 97’si (yaklaşık 430 tür) son yüzyıl içerisinde, bunların yaklaşık dörtte biri olan 106 tür ise son 20 yılda evcilleştirildi.
Akuakültür, günümüzde dünyanın besin ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan büyük bir ticari sektör haline gelmiş durumda. FAO’nun 2018 verilerine göre, dünyada yıllık 54 milyon tondan fazla balık, 17 milyon tonun üzerinde kabuklu, 8 milyon tondan fazla eklem bacaklı ve diğer su ürünleri yetiştiriliyor. Yetiştiricilik sektörünün 2001 ile 2016 yılları arasında yıllık büyümesinin yüzde 5.8 olduğu tahmin edilirken, günümüzde yedi ülkenin yakaladığından daha fazla yetiştiricilik yaptığı biliniyor. Deniz ürünleri yetiştiriciliği için çoğunlukla korunaklı kıyısal bölgeler tercih ediliyor. Bu korunaklı alanlardaki su döngüsü ve taşıma kapasitesi çoğunlukla sınırlı olduğundan, kullanılan yemler ve hayvanların dışkıları ortamda kaçınılmaz bir organik yüke sebep oluyor. Bu atıkların deniz tabanında birikmesi ve su kolonunda mineralize olması, güneş ışığının nüfuz etmesini engelleyerek denizel bitkilerinin oksijen üretimini azaltırken, azot ve fosfor gibi önemli besin döngülerinin bozulmasına yol açıyor. Oluşan ortam koşullarına toleransı yüksek deniz marulu gibi bazı alg türleri, su yüzeyinde adacıklar oluşturarak diğer alg türlerinin gelişimini engelleyebiliyor.
KİRLİLİK
İnsanlar denizlerin çok geniş olduğu için kirlenmeyeceği düşüncesiyle, 1970’li yıllara kadar milyonlarca ton kimyasal, endüstriyel ve hatta radyoaktif atıkları okyanuslara attılar. Sonrasında çok sayıda uluslararası ve bölgesel anlaşmalar yapılmış olsa da bunların deniz kirliliğindeki artışın önüne geçtiğini söylemek zor. Kirlilik okyanus ekosistemlerinin her bir unsuru için ciddi sorunlara yol açabilmektedir. Bunlar evsel, endüstriyel, tarımsal kökenli atık ve çöplerden kaynaklı kimyasal sebepler olabileceği gibi, ışık, sıcaklık ve gürültü kirliliği gibi fiziksel sebeplerle de denizel ekosistemleri etkileyebilmektedir. İnsan kaynaklı kimyasal kirleticiler arasında tarımsal kökenli ilaçlar (pestisitler, herbisitler, fungisitler), gübreler, evsel kökenli deterjanlar, yağlar, lağım suları ve endüstriyel kökenli kimyasallar bulunur. Bu kirleticilerden çoğu, deniz ortamına kıyı şeridinin yukarısından salınır. Örneğin tarım arazilerinden salınan besleyici gübreler, akarsular, yağmurlar ve çeşitli kanallar ile denizlere ulaşarak, sudaki oksijenin ani tükenmesine yol açan alg patlamalarına sebep olur. Yine aynı yolla gelen tarım ilaçları, endüstriyel kimyasallar ve ağır metallerin, küçük veya büyük tüm denizel organizmalar üzerinde toksik etki yarattığı, çeşitli hastalıklara, işlev kayıplarına, fizyolojik etkilere ve ölümlere sebep olabileceği yapılan bilimsel çalışmalar ile kanıtlanmıştır.
Diğer bir insan kaynaklı kirletici olan plastik kirliliği günümüzde okyanusların temel sorunlarından biridir. Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin 2021 raporuna göre, her yıl 300 milyon tondan fazla plastik üretilmekte ve bunun en az 14 milyon tonu okyanuslara ulaşmaktadır. Deniz çöplerinin yüzde 80’ini oluşturan plastik atıklar, deniz yüzeyinden derin çukurlara kadar her ortamda bulunmuştur. Okyanuslarda artan çöp miktarının, en az 663 türü doğrudan etkilediği ve bu türlerin yüzde 15’inin ise neslinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu biliniyor. Kirliliğin popülasyon düzeyindeki etkisi hakkında daha az bilgi olmakla birlikte, deniz çöplerinin Kuzey kürklü foku (Callorhinus ursinus) ve Hawaii keşiş foku (Monachus schauinslandi) gibi kritik tehlikedeki birkaç türün azalmasında rol oynadığına inanılıyor. Diğer yandan deniz çöplerinin yutulması, su kuşları, balinalar, balıklar ve kaplumbağalar gibi türlerin sindirim sistemlerinde birikerek ölmelerine sebep oluyor.
Plastikler ayrıca güneş ışığı, dalgalar, akıntılar ve diğer doğal faktörlerle, 5 milimetreden daha küçük parçalara ayrılarak mikroplastikler ve hatta 100 nanometreden daha küçük parçalara ayrılarak nanoplastikler haline gelirler. Bu küçük parçalar deniz canlılarının sindirim sistemine giriyor ve bir başka canlı tarafından yenildiklerinde besin ağında birikiyor. Biriken bu plastik ve içeriğindeki toksik kimyasallar, deniz canlıları ve onları tüketen insanların endokrin, üreme, sinir ve bağışıklık sistemleri ile etkileşime girebiliyor.
Diğer bir kirlilik türü de ışık ve gürültü kirliliğidir. Işık kirliliği özellikle kıyılarda yaşayan türlerin gün ışığına bağlı olarak yaptıkları göç, üreme ve beslenme gibi davranışlarını etkiler. Okyanuslar, gemiler, sonar cihazları ve diğer insan kaynaklı sesler sebebiyle çoğunlukla gürültülü yerlerdir. Özellikle sonar benzeri çalışan yankılı konumlandırma sistemleri ile iletişim kuran ve avlanan balina ve yunuslar, bu doğal olmayan gürültülerden doğrudan etkilenebilmektedir. Kuvvetli askeri sonarlar, sismik araştırmalarda kullanılan hava tabancaları gibi güçlü gürültü kaynakları sebebiyle, balina ve yunusların toplu halde karaya vurmasına dair onlarca vaka vardır. Josh Horwitz’in Balinaların Savaşı: Gerçek Bir Öykü isimli kitabı, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin denizaltıların tespitinde kullandığı gizli bir askeri sonarın, balinaların toplu halde karaya vurmasına sebep oluşunu ve bu konuda yüksek mahkemeye kadar giden bir süreci anlatır.
KÜRESEL ISINMA
Buraya kadar bahsettiğimiz konular okyanus ekosistemlerine doğrudan etkileri içeriyordu. Bundan sonraki kısımlar ise ekosistemi daha temelden sarsan etkilere odaklanacak. İlk olarak, sistem kavramını içselleştirmek için kendi vücudumuzu ele alalım. Vücudumuz her biyolojik sistem gibi alt sistemlerden oluşur ve bu sistemlerin veya parçalarından bazılarının bozulması çoğunlukla diğer sistemleri de etkiler. Herhangi bir uzvumuzu veya organımızı kaybetmemiz işlevsel bir kayba yol açabilir. Ancak sinir, dolaşım gibi sistemlerimizdeki bozulmalar veya kayıplar, çoğunlukla hayati tehlikeye sebep olur. Bu benzeştirmeyle ele alındığında ekosistem de hayati alt sistemlere sahip.
Tüm alt sistemlerin ve döngülerin işleyişinde rolü olan sıcaklık, kuşkusuz ekosistemin en önemli dengelerinden biri. Son yüzyılda ekosistemin sıcaklığı, kimyasal döngüleri ve su dolaşımı gibi bazı hayati alt sistemlerde tahribatlara yol açtığımız artık bilimsel olarak ölçülebilen bir gerçek. Özellikle Endüstri Devrimi sonrası artan fosil yakıt kullanımı, habitat tahribatı ve bazı tarımsal/endüstriyel faaliyetler, iklim değişikliğini tetikleyen karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının atmosferde artmasına neden oldu. Sera gazları, güneşten gelen ışınların bir kısmını emerek ısının dünyada kalmasına sebep olurken, dünya genelinde sıcaklık artışına yol açtı. Birleşmiş Milletler raporunda, dünyanın endüstri öncesine göre ortalama 1,1°C daha sıcak olduğu bildirildi. 2015’te sera gazlarının yüzde 98’ini üreten 196 ülke arasında yapılan Paris Antlaşması, küresel ısınmanın 1,5°C’nin altında tutulmasını ve 2030 yılına kadar karbon emisyonlarının kısıtlanmasını hedefledi.
Yer yüzeyinin yüzde 71’ini kaplayan, dünyadaki suyun yüzde 97’sini tutan ve soluduğumuz oksijenin yüzde 50-80’sini üreten okyanuslar, ekosistemin karmaşık, devasa ve hayati bir parçası. Okyanuslar ayrıca dünyanın en büyük karbon çukurlarından biri ve karbondioksit salınımının yaklaşık yüzde 25’ini absorbe ediyor. Atmosferdeki karbondioksit miktarı arttıkça ona paralel olarak okyanuslardaki karbondioksit miktarı da artıyor. Dolayısıyla okyanuslar, aynı zamanda atmosferde artan karbondioksit ve ısıyı dengeleme gibi canlılık için yaşamsal bir öneme sahip. Bilindiği gibi sıcaklık dengesi çeşitli fiziko-kimyasal döngülerin devamı için gerekli ve tüm canlılar belirli sıcaklık aralıklarında yaşamını sürdürüyor. Felaket senaryosu gibi gözükse de okyanusların temel işlevlerini yerine getirememesi tüm canlıların yok olmasını tetikleyebilecek boyutta ve buna sebep olan etmenler birbirinin etkisini artırarak daha yıkıcı sonuçlara yol açıyor.
ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nin (NOAA) verileri, ortalama küresel deniz yüzeyi sıcaklığının son 100 yıl içerisinde her on yılda yaklaşık 0,13°C arttığını göstermekte. Levitus ve meslektaşlarının 2012 yılı çalışması bunun yüzey sularıyla sınırlı olmadığını, derin okyanusun da ısınmadan -700 metreye kadar etkilendiğini belirledi. Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 2013 raporunda, 2100 yılına kadar ortalama küresel okyanus sıcaklığının 1-4°C artabileceğini öngörüyor. Küresel ısınmanın etkisiyle oluşan ve okyanus ısınması olarak tanımlanan bu artış, her ne kadar küçük gibi görünse de çeşitli sistemler ve canlılar üzerindeki etkisi yıkıcı. Küresel ısınmayla birlikte kutup buzullarının erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi en çarpıcı ve yıkıcı örneklerden biri. Bilimsel bulgular yükselen sıcaklıkların özellikle deniz kıyısı ekosistemlerinde geri dönüşü olmayan biyoçeşitlilik kayıplarına yol açma riski olduğuna işaret ediyor. Bu değişimler hali hazırda mercan resifleri ve mangrovlar gibi biyoçeşitlilik sıcak noktaları olan hassas ekosistemlerde ciddi yıkımlara ve deniz canlılarının üreme, beslenme, göç gibi önemli yaşamsal faaliyetlerini etkileyen büyük çaplı sorunlara yol açtı bile. Eddy ve meslektaşları 2021 yılında One Earth dergisinde yayınladıkları makalede, iklim değişikliği, aşırı avlanma, habitat tahribatı ve kirliliğin, küresel mercan resifleri, resiflerin biyoçeşitliliği, besin ağları ve balıkçılık üzerinde yarattığı etkileri gözler önüne seriyor. Makalenin sonuçlarına göre, 1950’lerden bu yana mercan resiflerinin yüzde 50’sinin yok olduğu, resifle ilişkili biyoçeşitliliğin yüzde 63 azaldığı, resiflerle ilişkili balık avcılığının yüzde 60 azaldığı ve bu durumun resif ekosistemlerine bağlı yaşayan yerli halkların refahını tehdit ettiğini bildirdiler.
Başka önemli bir öngörü Hoegh-Guldberg ve meslektaşları tarafından bildirilir. Buna göre, küresel ısınma 1,5°C düzeyinde tutulsa bile birçok deniz canlısının (plankton, balık vb.) daha yüksek enlemlere doğru yer değiştireceği, hareket olanağı daha kısıtlı olan veya olmayan kelp ormanları, mercan resifleri gibi ekosistemlerin ise çoğunun yok olacağı öngörülmektedir. Sıcaklık 1,5°C’de sabit tutulabilse bile, tropik mercan resiflerinin yüzde 70- 90’ının yok olacağı tahmin ediliyor. Ayrıca, tüm bu etkilerin çeşitli okyanus ekosistemlerine doğrudan zarar vereceği, alt enlemlerde balıkçılık üretiminin duracağı ve okyanus kimyasında değişiklikler olacağı tahmin ediliyor.
Besin ağının alt seviyelerindeki canlılara nispeten daha hızlı etki etmekle birlikte, üst seviyelerdeki canlılar üzerindeki etkilerini anlamak için deniz kaplumbağaları örnek verilebilir. Deniz kaplumbağalarının cinsiyeti yuva içi ortalama sıcaklığa bağlı olarak belirlenir ve bu ortalama değer yaklaşık 29°C olduğunda oluşan yavruların yüzde 50’si erkek yüzde 50’si dişi olur. Bu sıcaklığın üzerinde daha çok dişi, altında ise erkekler oluşur. Küresel ısınma sebebiyle oluşan bu küçük sıcaklık farklılıklarının, deniz kaplumbağası popülasyonlarının dişi ağırlıklı olmasına yol açabileceği ve bu durumun türün yok oluşuna kadar gidebileceği öngörülüyor.
OKYANUS ASİTLENMESİ
Küresel ısınma ve sera gazlarındaki artışın diğer bir yan etkisi de okyanus asitlenmesi ve beraberinde gelen oksijensizleşmedir. Günümüzde atmosferik karbondioksit seviyeleri milyonda 410 birim (ppm) ile endüstri devrimi başlarındaki yoğunluğundan yüzde 50 daha fazla. Atmosferik karbondioksitin kabaca dörtte birinin okyanuslar tarafından emilmesi, suyun daha asidik olmasına ve beraberinde oksijensizleşmesine sebep olmakta. Bunların potansiyel biyolojik etkileri, laboratuvar deneyleri, kontrollü doğal ekosistemler ve saha çalışmaları yardımı ile son yirmi yılda daha iyi anlaşılmaya başlandı.
Bilimsel çalışmalar, asitlenmenin biyolojik etkilerinin, hücresel metabolizma ve organizma fizyolojisi (büyüme, üreme, algı ve davranış) düzeyinden, popülasyon, komünite, biyojeokimyasal ve ekosistem düzeyindeki dinamiklere kadar uzandığını gösterir. Okyanuslardaki bu ilave karbondioksit, birçok deniz canlısının kabuğu ve iskeletinde bulunan karbonat minerallerinin daha asidik ve daha düşük yoğunlukta olmasına yol açar. Örneğin, daha asidik ortamda bulunan kabukluların ve mercan resiflerinin iskeleti daha az yoğun olur. 2021’de Sampaio ve meslektaşları tarafından yapılan bir meta-analiz, asitlenme ve beraberinde gelen oksijensizleşmenin, bazı canlı gruplarının (kabuklu, eklem bacaklı ve balıklar) hayatta kalma oranını yüzde 33, bolluğunu yüzde 65, gelişimini yüzde 54, metabolizmasını yüzde 33, büyümesini yüzde 24 ve üremelerini yüzde 39 oranında azalttığını gösterdi.
SON SÖZ
Günümüzde, doğal ekosistemlerin yerine, bencil hırslarımız ve konforumuza göre tasarladığımız yapay sistemlerimizi getiriyoruz. Bu sistemlerde geri dönüşüm çoğunlukla mümkün olmadığından, aynı bir araba motoru gibi, içine konan enerjiyi tükettikçe kendisi de yıpranarak yok olmaya mahkûm. Diğer yandan doğanın kendini iyileştirebilme hızı ümit verici düzeyde. Geçtiğimiz yılın kasım ayında gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Konferansı’nda (COP 27) iklim kriziyle nasıl mücadele edileceği konusunda hükümetler ve uzmanlar bir araya geldi. Konferansın temel hedeflerinden biri olan küresel sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlı tutmak önemli bir eşik ancak bu hedef birçok ekonomik faaliyetin kısıtlanması/durdurulması veya şekil değiştirmesi yönünde birçok önlem almayı gerektiriyor. Bu önlemlerden bazıları, çoğu sektörün ve kişinin rahatını bozacak cinsten! Sorunun temelinde insanın bencil sistemlerine gömülmesi ve doğadan kopması olduğundan, bütün önlemler bir yana, insanın faydacı diğerkâm, yani özgecil bir bakış açısıyla olsa bile, hayatta kalmak için ekosistemin tüm parçalarına ihtiyacı olduğunu fark etmesi hepsinden önemli. Şimdiye kadar isteyerek veya istemeyerek tahribata yol açan geniş imkanlarımızı, bu kez doğanın dengesinin geri kazanılması için kullanabilmek dileğiyle…
*Ege Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi, Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü